--> Her Cumartesi 13.00-15.00 arası erkek ve kız öğrencilerine yönelik Kur'an-ı Kerim ve Temel Dini Eğitim kursumuza ÜCRETSIZ kayıt için sizleri merkezimize bekleriz.     --> Her perşembe saat 21.00'da derneğimizde zikir programı olmaktadır.     --> Cumartesi 21.00'da her hafta farklı konu ele alınan sohbetler yapılmaktadır. Ailece davetlisiniz.    
OSMANLI'NIN PEYGAMBER EFENDİMİZE OLAN SEVGİSİ

…Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru(Kur’ân-i Kerim) izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır." (A'raf Suresi, 157)
Üç kıtaya yayılan ve fethettiği yerlerde yıllarca adaletle hükmeden Osmanlıların, bu devletin üzerine bina ettiği temellerin başında, "Peygamber Sevgisi" gelmektedir. Şevkle, aşkla çıktıkları her seferde ve kazandıkları her zaferde Peygamberimiz’'in sünnetine uyarak Yüce Allah'ın rızasını kazanmayı gaye edinmişlerdi.
İslam tarihi içerisinde sahabe devrinden sonra en ihtişamlı, sünneti seniyyeye en uygun dönemin Osmanlı dönemi olduğunu birçok ehli ilim ve ehli irfan teslim etmiştir. Osmanlı Devleti’nde, padişahından köylüsüne kadar her Müslüman unsurun Peygamber muhabbetiyle, aşkıyla dolu insanlardan oluştuğunu biliyoruz. Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde kaldığı sürece padişahları önderliğinde İslâm'ın bayraktarlığını yapmış, bu bayrağın dünyanın dört bir köşesinde dalgalanması için cansiperâne mücadele etmiştir.
Osmanlı'nın, temellerindeki en sağlam harçların başında, "Peygamber Sevgisi" gelmiştir. Osmanlı sultanları, Allah Resulü'nün sevgisiyle büyümüş ve büyütülmüştür. Hayatlarına ilmik ilmik dokudukları bu muhabbet, O'nunla  ilgili her şeye hususi bir özen göstermelerine vesile olmuştur. Peygamber Efendimiz'e ve O'nun kutsal beldesine karşı, derin muhabbet, hürmet ve sadakatini büyük bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve devletin en muhkem kaidelerinden biri hâline getirmişlerdir. Bu hâl, yedi iklim, üç kıta demeden, asırlar boyunca Osmanlı'yı arkasından sürüklemiştir. . Osmanlı sultanları, hayatları boyunca hep bu gayeyi gözetmiş ve Peygamber efendimize duydukları hürmet ve muhabbeti her fırsatta ve fiilen de ifade ederek bu duyarlılıklarıyla müminlere örnek olmuşlardır. İslâm davası uğrunda fütuhatta bulunurken; Osmanlı'nın baş hedefleri arasında hiç kuşkusuz rızâyı bâriyi kazanmak kadar, Peygamberimizin hoşnutluğuna mazhar olmak da vardı. Osmanlı Sultanları, hayatları boyunca gaza meydanlarında hep bu ulvî gayeyi gözetmiş ve harikalar sergilemişlerdir. Peygamberimize hürmet ve muhabbet, soylu ceddimizin en mümeyyiz vasfı olmuştur. Söz konusu asil duygularını her zaman ve mekânda açığa vurmayı hatta devlet çapında bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet bilmişlerdir. Tarih, bunu izah eden birbirinden anlamlı misallerle doludur.
Mübarek isimleri her anıldığında Peygamberimiz’e  salât u selam getirmek, büyük bir  hürmet ile onu anmak, O'nun mübarek sözleri okunurken; menkıbeleri, özellikle dünyaya teşrifleri anlatılırken topyekûn ayakta dinlemek gibi birçok mükemmel sevgi ve saygı örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki padişahlar örf haline getirmişlerdir.
Bu güzel insanlar, Efendimiz'i  kalblerinde öyle müstesna bir yere koymuşlardır ki, günlük hayatlarından, yazdıkları şiirlere (nâ't-ı şerîf) kadar her sahada O'nun adını zikretmeyi ve himmetine müracaat etmeyi hayatlarının olmazsa olmazı saymışlardır. Onların, gözyaşlarıyla kaleme aldıkları çok sayıda nâ't-ı şerif günümüze kadar birçok Peygamber âşığının da hislerine tercüman olmuştur.
Erkek çocuklardan en az birisine Efendimiz’in mübarek isimlerinden birisini koymak hanedan içerisinde neredeyse gelenekselleşmişti. Öyle ki otuz altı padişahtan on beşi Peygamberimizin isimlerini taşımaktadır.
Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O'nun davasını güttüğünden ötürü "Peygamber Ocağı" payesiyle onurlandırmış.Ordusuna verdiği isimlerden biri de, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye"dir. Devletinin başka bir adını ise, Sultan Mehmed Vahdeddin'in ifadesiyle, "Devlet-i Âliye-i Muhammediyye" koymuştur.
Medine-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı padişahı yoktur. 2. Abdülhamid’in eşi valide sultan, sultanın şu cümlesini nakleder:
“Bunca Müslümanların halîfesi olarak, biz saygı  ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!..”
Osmanlı Devleti ve padişahlar, Efendimiz ve O'nun kutlu soyu Ehl-i Beyt'e, hürmet ve hizmetini, müesseseler kurarak da fiîlen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dâhilindeki Peygamber nesebine mensup Seyyid ve Şerifleri tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak "Nâkibü'l Eşraflık" müessesesi ihdâs etmiş ve başına da Âl-i Beyt'e mensup "Nâkibü'l Eşraf" isimli bir memur atamıştır. Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer belget verilip kendilerine her türlü kolaylık sağlanırdı. Nâkibü'l Eşraf, devlet merasimlerinde devlet ricalinin önünde oturur, padişahlara kılıç kuşandırır dualarını yapardı. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce Nâkibü'l Eşraf bağlılığını arzedip duâ etmiştir. Savaşlarda pâdişahla beraber Nâkibü'l Eşraf da sefere katılır ve  Peygamberimizin  sancağı dibinde yürürdü. Sancak-ı Şerif'in İstanbul'dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nâkibü'l Eşraf ile mâiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salavat getirirlerdi.
Mukaddes emanetlere de padişahların hürmet ve ilgileri meşhurdur. Ramadanın ikinci haftası Mukaddes emanetler revan köşküne taşınırdı. Hırka-i Saadet Dairesi temizliğine Padişah, Şeyhülislam ve Sadrazam bizzat katılırdı. Temizlik günü odalar, gül suyuna batırılmış süngerlerle temizlenirdi. Yanık sesli hafızlar Kur’an-ı kerim tilavetine başlarlar, hep berber makamı ile salavat getirirler, temizlik yapılan süngerleri alanlar hayatları boyunca saklarlardı. Dipten, köşeden süpürülen Hırka-i Saadet Dairesi’nin tozları ulu orta atılmaz, mermer dibekte güzel kokulu bitkiler dövülür, tozlar bu koku ile birlikte bu iş için hazırlanmış olan derince bir kuyuya atılırdı. Ramadanın 15. günü padişahın da katıldığı büyük bir tören yapılır; sandığı sultan bizzat kendi açar, Hırka-i Şerif’i öper, yüzüne gözüne sürerdi.
Birçok rivayete göre Şeyh Edebali Hazretleri, “evlad-ı rasul”dendir. Osmanoğulları, anne tarafından böyle bir şeref ve şana da nail olmuşlardır. Böylece silsile ile anne tarafından Efendimiz’e  vasıl olmuşlardır.
Son Selçuklu Sultanı, Osman Gâzî’ye tuğ, alem, kılıçla birlikte gönderdiği fermanda şöyle dua ediyordu:
“Oğul Osman Gazi! Benim duam, Allah’ın inayeti, Hazret-i Peygamber’in  mucizâtı ve evliyanın himmeti seninledir.”
Bu ve benzeri birçok dua ile Beyliğe başlayan Osman Gazi’nin gördüğü bir rüyayı tabir eden Şeyh Edebali Hazretleri, İstanbul’u neslinden birinin fethedeceğini ve Efendimiz’in övgüsüne Al-i Osman’ın nail olacağını müjdeler. Bu müjde, Osman Gazi’nin oğlu Orhan’a meşhur “İstanbul’u aç gülzar yap” vasiyeti ile birlikte Sultan Fatih’e kadar padişahların öncelikli hedefi olmuştur.
İlk olarak Yıldırım Bâyezîd devrinde Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye gönderilmeye başlanan sürre alayı, Çelebi Mehmed Han devrinde resmîleştirildi. 1413 târihinde gerçekleştirilen ilk resmî sürre alayında Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye 14 bin altın gönderilmiştir. İki mübarek beldeye vakfedilen bu hizmet, Osmanlı’daki Peygamber efendimize  olan o muhabbet, bağlılık ve ihtirâmı ne kadar güzel sergiler.
 
Sultan II. Murâd Han, sabaha kadar uyumamış, gece boyunca Kur’ân-ı Kerîm okumuş ve doğacak çocuğun müjdesini beklemişti. Tam Sûre-i Feth’i okuyordu ki, beklediği müjde geldi:
“Sultanım! Müjdeler olsun, bir oğlunuz oldu.” dediler. Sultan Murâd Han, gayr-i ihtiyârî bir şekilde:
“Elhamdülillâh, ravza-i Murâd’da bir gül-i Muhammedî açtı.” dedi. Adını Mehmed(Muhammed) koydu.
II. Murâd’ın yazdığı Varna fetihnamesi’nden:
“Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti, yalnız İslâm dinîne uymakla tahakkuk edebileceğinden, biz de bütün ömrümüzü, her şeyimizi Muhammed Mustafa’nın dinini, sancağını yüceltmeye, O’nun dinini bütün insanlara ulaştırmaya, O’nun sünnet-i seniyyesini yayıp canlandırmaya hasreyledik. Dünyada yegâne gayemiz ve maksadımız, hâlisâne olarak budur.”
Vasiyetinden bir bölüm de şöyle:
“Peygamberimiz efendimizin  emri üzere Müslüman olup yaşayan kimseye yakışan, vasiyet edecek bir şeyi varsa, önceden onu yazıp yanında saklamasıdır. Benim vasiyetim de şudur ki:
Malımın üçte birinden on bin altın ayrılarak bunun üçbinbeşyüz altını Mekke-i Mükerreme, üçbinbeşyüz altını Medîne-i Münevvere fakirlerine dağıtıla…
Geri kalan üç bin altının beş yüzü yettiği kadar Kâbe-i Muazzama ile Hatim arasında yetmiş bin kerre kelime-i tevhîd okuyacak olanlara ve hatm-i şerîf kırâat edenlere ve diğer beş yüz altını da Medîne-i Münevvere’de Mescid-i Şerîf’de Türbe-i Mutahhara’ya karşı yetmiş bin kere kelime-i tevhîd getirenler ile Kur’ân-ı Kerîm hatmedecek olanlara yettiği kadar dağıtıla… Diğer geri kalan iki bin altının binbeşyüzü Kudüs-i Şerîf fakirlerine ve en son kalan beş yüz altını da Kubbe-i Sahrâ’da ve Mescid-i Aksâ’da kelime-i tevhîd okuyanlara verile…”
Peygamber efendimizin hadisi şeriflerine mazhar olabilmek için 90 yaşından fazla olmasına rağmen İslâm ordularıyla yola çıkıp İstanbulun feth edilmesi için çaba sarfeden Ebu Eyyub El Ensarı hazretlerinin kabrini hocasının işaretiyle bulan ve peygamber efendimizin  hadisine mazhar olan büyük komutan Fatih Sultan Mehmet’te Peygamber efendimizin sevgisi çok büyüktü.Kendisi maturidiydi ve askerlerlerinde maturidi ve eş’ari idiler.Peygamber efendimiz bu hadisiyle dört mezhep imamının yolundan giden eşari ve maturidileride bu hadis vesilesiyle övmüştür.Ehlisünnet denildiği zaman itikatta bu eşari ve maturidiler anlaşılır.
Bu mübarek Hadiste şöyle buyrulmuştur;
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel ne bereketli komutan, o ordu ne güzel ne bereketli ordudur.”
‘‘Lâ tuftahannel kustantiniyyetu 
fele ni’mel emîru emîruhe vele ni’mel çeyşu zâlikel ceyş’’
Bu hadis alimlerin kitaplarında geçmiştir.Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81; et-Tarihu’s-Sağîr, I, 306; el-Bezzâr, el-Müsned, el-Müsned, c. II, s. 308; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, II, 38; Hakim
Peygamber aşkıyla yanmada başı çeken Osmanlı padişahı belki de Fatih Sultan Mehmed’dir. O’na karşı tarifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul’un Fethi’nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı’nı, O’nun güzel ismi “Muhammed”in Arapça yazılışına göre inşa etmiş, fethin gerçekleşmesi için de O’ndan şöyle imdat dilemiştir: “Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!” Başka bir mısrada aynı hissiyatını şu şekilde dile getirmiştir: “Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed’i muhtar ile/ Umarım gâlib ola a’dâ-yı dine devletim.”
Genç Fâtih, Sultan Mehmet; fethi müteakip şehirde zafer turu atarken bir derviş:
“ Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duâsı ile aldın.” der. Fâtih de cevaben:
“Doğru söylersin derviş baba.. Lâkin bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. …Hep birlikte hem duâ eyledik, hem de kılıç salladık; zafer müyesser oldu. Zaferin sırrı, Hazret-i Peygamberimizin  izini tâkip etmektir..”demiştir.
Bayezid Câmîinin açılışını Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
“Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.” Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han(Yıldırım Beyazıd) mecbûr kalarak:
“Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
Bir gün İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf'u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve "Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tahira'nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü'nün huzuruna varınca: Ey Allah'ın Rasulü , günahkâr kul Bayezid'in selâmı var... Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurunuz..." diye söylemesini tembih eder.
Efendimiz’e  hürmet ve bağlılık konusunda şüphesiz Yavuz Sultan Selim’e de özel bir sayfa açılmalıdır.
Mısır seferi öncesinde sarayın Kapı ağası Hasan Ağa’nın rüyası Sultan’a ulaştırılır:
 “Bu gece Harem dâiresi nûr yüzlü kimselerle doldu. Sultanın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zâtın elinde Sultanımız’ın sancağı vardı. O zât bana dedi ki:
“Biz neye geldik, bilir misin?” Ben de: “Buyurun!” dedim. Bunun üzerine:
“Şu gördüğün mübârek kişiler, Rasûlullâh Efendimiz’in ashâbıdır. Hepimizi Rasûl-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selîm Han’a selâm söyledi ve buyurdu ki: ‘Harameyn’in hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!.. Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Fârûk, bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Ben de, Alî bin Ebî Tâlib’im. Bunu var Sultan Selîm Han’a müjdele!..’ dedi ve âniden hep birlikte gâib oldular.” Pâdişâhın mübârek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak sırdaşına:
“Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan evliyâlıktan nasîbini alanlar vardır. Her birinin nice kerâmetleri vardır…” dedi. Meğer ki Sultan da, o gece aynı rü’yâyı görmüştür. Bu mânevî işâretlerle takviye edilen Yavuz:
“Hasan Ağa da dîvânda bulunsun! Tez Mısır seferi hazırlıklarına başlansın!” dedi.
Mısır seferi sonrası Hadim-ül Harameyn ünvanını alan Sultan, mübârek ve mukaddes emânetleri, İstanbul’a getirdi. Emanetler, Topkapı Sarayı’nda özel bir hücreye konuldu ve burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’ân-ı Kerîm okunması için kırk hâfız tâyin edildi. İlk Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan da Yavuz’un kendisi oldu.
 
 
Mekke ve Medine’ye Osmanlı bayrağı çekilmedi
Mekke ve Medine’nin hizmetini ve hilafeti devralmak ise Bayezid-i Veli’nin, “Biz canımızı Müslümanların ittihadı (birliği) uğrunda feda etmiş bir milletiz.” sözüyle dikkat çeken oğlu Yavuz Sultan Selim’e nasip oldu. Şu hadise onun samimiyet ve tevazuunun bir göstergesidir: Mısır’ın alınmasından sonra (1517) Melik Müeyyed Camii’nde Yavuz Sultan Selim adına hutbe okunur. Adet üzere hatip hutbede halifenin adıyla birlikte ‘Hakimü’l-Haremeyni’ş- Şerifeyn’ sıfatını kullandığında Yavuz Sultan Selim itiraz eder ve ‘Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn’ denilmesini ister. Yani Yavuz kendini Mekke ve Medine’nin hakimi değil hadimi, hizmetçisi olarak görmektedir.
Yavuz Sultan Selim, Mekke’ye ve Resulullah’ın haremi Medine’ye askerle yürüyüp bu beldeleri teslim almadı. Mısır’ın Osmanlı’ya katılmasından sonra Mısır sultanlarına bağlı olarak Hicaz’ın idaresinde bulunan Mekke Emiri Şerif Berekat, ‘Emanât-ı Mübareke’yi oğlu ile Yavuz’a gönderdi ve Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirdi. Ancak ne Yavuz, ne de sonraki padişahlar Mekke ve Medine kalelerine Osmanlı bayrağı çektirmedi. Nedeni ise bir zamanlar Peygamber Efendimiz’in sancağının dalgalandığı yerde başka bayrakların dalgalanmasını uygun görmemeleriydi. Osmanlı’nın sonuna kadar Hicaz,Peygamber efendimizin soyundan gelenler tarafından idare edildi. İstanbul’dan gönderilen görevliler, vali değil muhafız unvanını kullandılar.  
 
 Sadece padişahların naatleri, Efendimiz’in hasretiyle ve sevgisiyle yazdıkları şiirler için ciltler dolusu kitaplar yazılmalıdır.
Dindarlığı ile meşhur Sultan I. Ahmed Han Hazretleri, Efendimiz’in kadem-i şeriflerini kavuğunun üstüne resmettirerek, feyz almaya çalışmış ve altına şu mısraları döşemişti:
 “N’ola tâcum gibi başımda götürsem daim (Her zaman başımda taç gibi taşısam)
Kadem-i nakşını ol hazret’i şah-ı Resul’ün…(Ey Peygamberimizin ayak resmi)
Gül-i gülzar-ı nübüvvet O kadem sahibidür,(Gül yanaklı Peygamberimiz’in ayak izidir o)
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..  (Ahmed durma hemen yüzünü sür o gülün ayağına)”
 
İKİNCİ MAHMUD’UN ŞİİRİ
Vehhâbiler, Mekke ve Medine’de çok büyük zulüm ve vahşette bulunarak, Ehl-i Sünnet Müslümanları kılıçtan geçirip, seleften yadigâr kalmış bütün türbeleri ve camileri yıkınca; Sultan İkinci Mahmud, Vehhâbi eşkıyasını def ve tard ettikten sonra, buradaki bütün eserleri yeniden inşa ve ihya eylemiştir. 1820’de Hücre-i Saadet’e hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, İkinci Mahmud’un Resûlullah’a beslediği hürmet ve muhabbetin bir vesikasıdır:
Şamdan ihdâya eyledim cüret ya Resûlallah!
Muradımdır Ulyâya hizmet, ya Resûlallah!
Değildir ravzaya şayeste destâvri-i naçizim,
Kabulünde kıl ihsan u inayet, ya Resûlallah!
Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i’lâm,
Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resûlallah!
Dahîlek, el-emân, sad-el-emân, dergâhına düşdüm
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resûlallah!
Dü-âlemde kıl istishâb han-ı Mahmûd-i adlîyi,
Senindir evvel ve ahirde devlet ya Resûlallah!
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem‘e ve onun davasına en fazla gönül verip uğruna ömrünü harcayan padişahlardan biride  Müctehid alim olan Sultan II. Abdülhamid‘dir. O’na olan bu sevgisini islam beldelerine götürdüğü hizmet ve İslamı yaymak için gösterdiği çaba ile göstermiştir.Hatta hicaz demir yollarını yaptırırken Medine-i Münevvere`nin 20 kilometre yakınına gelindiğinde Peygamber Efendimiz rahatsız olmasın diye Medine`nin merkezine kadar raylara keçe döşetti ve trenin raylar üzerinden geçmesi ile çıkacak sesleri engelletti. 
SON SÜRRE ALAYI
Devlet-i Âl-i İslâm’ın mukaddes mekânlara meftuniyetinin en müşahhas misallerinden biri de her yıl hac mevsiminde Mekke ve Medine’deki Seyyid, Şerif, ulema ve fakirlere para ve hususî hediyeler götüren “Sürre Alayları”dır. İlk kez Çelebi Mehmed devrinde tertiplenen Sürre Alayları’nın taşıdığı en kutsal hediye Kâbe örtüsüydü ve yenisiyle değiştirilen eski örtü büyük bir hürmet ve itina ile getirilerek çeşitli camilere pay edilirdi. Devlet, Sürre Alayları’na o denli ehemmiyet veriyordu ki çöküş devrine girdiği I. Dünya Harbi’nde bile Sultan Reşad,bu geleneği kesintiye uğratmamıştır.
Rabbimiz o ihtişamlı günlere tekrar kavuştursun ve bizleri o kutlu insanlara layık nesiller eylesin.Allâhu Teâlâ bu mübarek Ceddimizin yolundan bizleri ayrımasın.Her zaman söylediğimiz gibi;Bizim aslımıza dönmemiz gerek,bizler 7 düvelde 3 kıtada İslâm’ı ,adaleti,huzuru yaymak için at sırtından inmeyen bir neslin evladlarıyız.Allâh bizlere tekrar o günleri nasip eyle..
Âmiin.